Bozkırda yalnız kalmış boynu bükük meşeler …

Keçiler meşe ağaçları

Bozkırda yalnız kalmış boynu bükük meşeler …

Bitki hikayeleri

MEŞELER

Bozkırda yalnız kalmış boynu bükük meşelere hiç alıcı gözle baktığınız oldu mu? Ağaçlar içinde ulu, görkemli, güzeller güzeli bir ağaç olan meşe, bozkırda çalı bile değildir. Yozlaşmış, kelleşmiş, kemirilip gitmiştir. Ankara’dan Kayseri’ye, Samsun’a, Konya’ya doğru giderken kimi tepelerde boyları üç dört karışı geçmeyen sürgünleriyle görülürler. Neredeyse yavşan gibi, kekik gibi otsu bir bitki türüne dönüşmek üzeredirler. Balta ile keçi, onu kendi yurdunda yaralamış; yerli iken konuk, dev iken cüce durumuna düşürmüştür.

Bozkır tepelerinden yüzlerce yıldan beri kovulamayan, kökü kurutulamayan meşeye gene de saygı duymamız gerekir. Onun yerinde başka tür bir bitki olsaydı çoktan yok olup gider, ne izi ne tozu kalırdı.

Meşe, toprağa çok sağlam tutunan bir bitkidir. Bastığı yerde kalın kütükler oluşturur. Bunlardan çıkan kök örgüsü, dal budak saldığı yeri sıkıca kucaklar. Bu kütükler meşenin sigortasıdır. Onlar sayesinde nice kurak yıllara dayanıp gider. Kütükler sökülmedikçe balta, keçi, yangın meşenin sırtını yere getiremez. Kışın dökülen yayvan yapraklı bir bitki olduğu hâlde, kütüklü kök düzeniyle kurakçıl iklimlere dirençle karşı kor. İyice sönmüş, ölmüş sanılan alanlarda bile kolaylıkla yeni meşe oymakları canlandırılabilir. Bunun için uzun boylu emek de gerekmez. Meşe belirtileri olan yerlerden keçiyle baltanın ayağını kesmek, toprakta saklı kütüklerin filiz vermesine, gür bir yeşillik odasının fışkırmasına yeter de artar bile.

Meşe, yağışların yetersiz olduğu alanlarda, baltalık orman sınırını zor aşar. Yağışlı bölgelerde ise gökyüzüne ser çeken ulu bir ağaç olur. Boyu elli, gövde çevresi dört metreyi geçer.

Meşe düzgün endamlı, derli toplu, biçimli, sık ve gür yapraklıdır. Görünüşü heybetlidir. (…)

(…)

Bizim köy bozkır sınırı üzerindedir. Bu kuşakta meşeler ancak baltalık boya erişebilirler. Geçmişte de böyle miydi dersiniz? Bu tepeler, bu yamaçlar, hem bozkırı hem de bir insan boyunu zor aşan meşe çalılarını birlikte mi barındırıyordu? Kitaplar, ulu meşe ağacının bin yıldan fazla yaşadığını yazıyorlar. Çocukluğumda böyle bin yıllık meşeleri çok görmüştüm. Köyün batıda, Aygar Dağı’nın sırtları üstünde uzanan yaylasında Taşlıçukur denilen birkaç yüz dönümlük çukur bir alan vardır. Çöküntüdür. Tam bir obruk örneğidir. Buraya kağnıların, arabaların inebilmesi hemen hemen imkânsızdır. Ancak insanlarla hayvanlar güçlükle girebilirler. İnsanlardan kendisini koruyabilen bu kuş uçmaz kervan geçmez köşede, bundan otuz kırk yıl önceleri gökyüzüne ser çekmiş ulu meşeler vardı. Yarık yarık olmuş, kardamış, boşalmış, gövdelerinin içinden mandalar kolaylıkla geçerdi. Yer yer kurumuş, yer yer gür yapraklı dallarıyla geçmişten bugüne kalmış birer soylu anıttılar. Şimdi bunlardan hiçbir iz kalmamıştır. Komşu köylüler nasıl indilerse, nasıl çıkardılarsa kesip yok ettiler.

Demek ki buraların iklimi önceleri böylesine ulu meşelerin yetişmesine elverişliydi. Sonradan bilinen nedenlerle hızla bozkırlaşmaya başladı. Geçmiş yüzyıllarda da yağışlar böyle yetersiz olsaydı bizim Çukur’un anıt meşeleri tabiata karşı koyarak gökyüzüne ser çekmek imkânını bulamazlardı.

Aygar’daki meşelerin çoğu palamut meşeleridir. Bilim adamları palamut meşelerinin Akdenizli olduğunu, o bölgenin dışına çıkamayacağını yazmaktadırlar. Hikmet Birand, “Anadolu Manzaraları” adlı güzel kitabında, Afrika’da, Keçiören ardındaki Hacıkadın Deresi’nde palamut meşelerine rastlayınca şaşırdığını yazar. Bu tür meşelerin Akdeniz Bölgesi dışına çıkmaması gerektiğini düşünür. Sonunda buradaki palamut ağaçlarının toprak sahibi tarafından Akdeniz Bölgesi’nden getirilip dikildiğini öğrenir. Böylece palamut meşelerinin Akdenizli olduğu inancını yitirmemiş olur. Aygar Dağı, İç Anadolu sınırı içindedir ama Karadeniz sınırına bitişiktir. Aygar Dağı’nda boyu iki metreyi geçen meşelerin pek çoğu palamut yapar. Kimi yıllar o kadar çok palamut ürünü olur ki köylü, arabalarla toplayıp toprağa gömer. Kışın keçilere yedirir. Burada üreyen palamutlar başka türlü değerlendirilmez. Bölgede palamuta pelit denir. Bu söz Aygar Dağı’nın kimi kesimlerine de ad olmuştur. Bizim köyün kuzeyini kesen yüksek belin adı Kabapelit’tir.

Meşeler için bu yazıyı yazmamın amacı bunları söylemek değildi. Çocukluk anılarımı süsleyen gür yapraklı ulu mu ulu bir meşe ağacını anlatmak istiyordum. Söz buralara geldi.

Ağaç der geçeriz, önemsemeyiz ama kimi zaman bir ağaç, aileden bir yakınımız gibi ince sevgi bağlarıyla bizi kendine bağlar. Onun kuruması, hastalanması, kesilmesi bizi yürekten yaralar.

Köy yakınındaki bir tarlamızda tek başına duran ulu meşe, benim çocukluğumda kendisine bağlandığım sevgili ağacımdı. Öyle pek yaşlı değildi. Belki gene de iki yüz yıllık vardı. Özel olarak dikildiğini sanmıyorum. Buraların sık meşe ormanı olduğu günlerden kalmış olmalıydı. Gövdesine çocuk kucağım dolaşmazdı. Boyu otuz metreden uzun, dalları budaklarıyla görkemli, endamlı, gösterişliydi. Oralarda tek ağaç olduğu için kuşlar yalnız onun üstüne konar, onun dallarında şakırlardı. Kimi zaman üst dalları arasına serçelerin, çalıkuşlarının yuva yaptığı olurdu. Davar sürüsü öğle sıcağında onun koyu, serin gölgesinde uyurdu.

Koca meşe, o ağaçsız tepelerin, tarlaların bir simgesi gibiydi. Bir yer tanımlanırken “meşenin önü, meşenin ardı, meşenin altı, meşenin üstü” denirdi. Köye yakın olduğu için yaz ve sonbahar günlerinde çocuklar onun altında, gölgesinde oynarlardı. O yaşayan, soluk alan, toplumsal olaylara karışan canlı bir şahsiyetti. Kimi zaman ak saçlı birkaç erkeğin onun gölgesine sığındıkları, eski askerlik, savaş ve esirlik günlerini, orada, onun serin gölgesinde yeniden yaşadıkları görülürdü. Delikanlılar kız yüzünden ya da başka bir nedenle birbirleriyle kavga etmeye karar verdiklerinde “Erkeksen meşenin dibine gidelim.” derlerdi. (…)

Bir adı da vardı: “İmamların Meşe”. Onun ailemizin adıyla anılması çocukluk gururumu okşardı.

Meşemiz her dalına, her yaprağına renk renk çaputlar bağlanan, adaklar adanan bir ağaç olurdu ama durumu buna uygun değildi. İyi ki değildi. En alt dalları bile insanın erişemeyeceği kadar yüksekti.

İşlerimize yardım etsin diye yıllığına bir işçi tutardık. Nasıl olduysa o yıl köyde işe yarar bir adam bulunamadı. Sanırım köyde erkeklerin çoğunluğu ikinci askerliğe gitmişlerdi. Ömründe belli başlı hiçbir iş tutmamış Ismayıl3 adında birisi vardı. Onu tuttuk. Köylü, harmanı kaldırdıktan sonra kışlık odunu taşımaya başlar. Avlular tepe gibi meşe odunuyla dolup taşar. Bizim Ismayıl, bir iki kağnı odun taşıdıysa da sonunu getiremedi. Kimi gün hasta olduğunu, kimi gün de orman askerlerinin dağa çıkmaya izin vermediklerini söylüyordu. Bir sabah kalktık ki yerler bembeyaz karlarla örtülmüş. Kalkıp kımraşana aşk olsun. Evde ise bir tek odun bile yok. Babam öfkelendi. Ismayıl eline baltayı aldı, önüne eşeği kattı. Diz boyu karda bata çıka uzaklaştı gitti. Bir iki saat sonra bir yük odunla döndü. Öyle düzgün ve kalın odunlardı ki bizim oranın ormanlarında böylesine hiç rastlanmazdı.

Babam:

— Bunları nereden kestin, dedi.

— Sizin koca meşeyi kestim, dedi. Orada tek başına hiçbir işe yaramıyordu. Meyveli ağaç olsaydı neyse… Bari odun olarak yakılsın da bir işe yarasın dedim.

Babam sesini çıkarmadı. Ben ince bir sızıyla sarsıldım. Köyün kıyısına kadar koştum. Bir iki dalı kesildi sanıyordum, meğer kökünden devrilmiş, boylu boyunca tarlaya uzanıvermişti. (…)

O gün Ismayıl sabahtan akşama kadar meşeyi parçaladı. Ertesi gün de eşekle avluya taşıdı. Bütün kardeşlerim odun taşımakta, dizmekte güle oynaya ona yardım ettikleri hâlde ben elimi bile sürmedim. Bir kıyıda oturdum, somurtarak onları seyrettim.

Hasan Lâtif Sarıyüce
Anadolu’ya Açılan Pencere

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir